'17.01.2013'
Yeni YÖK Yasa Tasarısı’nın Yansımaları
Prof. Dr. Ayhan AYDIN 'ın Yeni YÖK Yasa Tasarısı’nın Yansımaları Ve Yükseköğretimde Politika Arayışları konulu yazısı;
Yeni YÖK Yasa Tasarısı’nın Yansımaları Ve Yükseköğretimde Politika Arayışları
Eğitim sorunları, bütün dünya ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de önemli bir tartışma konusudur. Bu bağlamda konu hem akademik düzeyde bilimsel araştırmalar yoluyla irdelenmekte hem de başta eğitim kamuoyu olmak üzere, ilgili çevreler görüş ve öneriler sunarak katkı sağlamaktadır. Ancak bütün bu çabalara karşın, eğitim politikalarına, özellikle yükseköğretim politikalarına yönelik kaygılar giderek artmaktadır. Son dönemde öğretmen yetiştirme ve istihdam sorunu, özel bir önem ve öncelik kazanarak tartışmaların odak noktasını oluşturmaktadır.
Sorunun temelinde, özellikle yükseköğretimde izlenen ‘toplumsal talep modeli’ nin yol açtığı perspektif ve öngörü eksikliğinin olduğu anlaşılmaktadır. Başka bir anlatımla bugün yükseköğretimde belli bir gelecekte gereksinim duyulacak işgücünün bilimsel verilere, toplumsal gelişmelere ve istihdam piyasalarının beklentilerine göre önceden öngörülmesi anlamına gelen, insan gücü planlaması yaklaşımı yerine, toplumsal talep modelinin; halk diliyle söylemek gerekirse su akar yolunu bulur tutumunun benimsendiği görülmektedir. Ne var ki, su için geçerli olan bu doğa yasası sosyal bir sorun olan eğitim için geçerli değildir. Esasen yönetim bilimi bize, bugün bazı bölgelerde seller, diğer bölgelerde kuraklık olmaması için suyun akışının bile kontrol edilmesi gerektiğini söyler.
Sorun tam da bu noktada, giderek kronikleşen, süreğen bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Uzun bir süredir akışına bırakılan yükseköğretim politikaları, birey ve toplum açısından ciddi gelir kayıplarına ve kamu zararına yol açmaktadır. Bu saptamanın en belirgin kanıtı, 2012 MEB verilerine göre, yaklaşık 300 bin atanamayan öğretmen adayının bulunmasıdır. Oysa aynı bakanlık, gereksinim duyduğu öğretmen sayısını, 126 bin olarak açıklamaktadır. Her yıl yaklaşık 50 bin öğretmen adayının eğitim fakültelerinden mezun olduğu ve 15 bin dolayında fen edebiyat fakültesi mezununun da formasyon alarak sisteme girdiği düşünülürse, karşımıza çok bilinmeyenli bir denklem çıkmaktadır. Bu arada, sadece son iki yılda yaklaşık 20 eğitim fakültesine kuruluş izni verilerek sayının 98’e çıkarılması, ayrıca mevcut fakültelerin birçoğunda yeni bölümlerin açılması, terazinin arz kesesini ağırlaştırırken talebi hafifletmektedir. Böylece eğitim fakülteleri mezunları önce KPSS daha sonra da işsizlik ile yüzleşmek zorunda kalmaktadır.
Öte yandan konu, sadece yükseköğretime giriş olarak alındığında ÖSYM verilerine göre, 2012-2013 öğretim yılında 51 bini matematik testinde olmak üzere, bütün testlerde toplam 180 bin adayın ‘sıfır çekmesi’ üzücü ve düşündürücüdür. Bu noktada herhangi bir lisans programına yerleşmek için 180 taban puanın yeterli olmasına karşın, 100 bin kontenjanın boş kalması da ayrıca elem vericidir. Bu durum başta fen edebiyat fakülteleri olmak üzere, birçok yükseköğretim programı için çanların çaldığını göstermektedir. Konunun önemine işaret eden Bilim, Sanayi ve Teknoloji bakanı Sn. Nihat Ergün’ün, 3 Ocak 2013 tarihinde fen edebiyat ve bazı lisans programları ile meslek yüksekokullarının bir bölümünün hayatta ve istihdam piyasalarında karşılıklarının olmadığını söylemesi ise acı bir gerçektir. Ancak, özellikle fen bilimleri alanlarında gözlenen bu enflasyon (istenmeyen fazlalık) çağımızın gerçekleriyle ve pozitif bilimlerin geleceği ile çelişkili bir yapı arz etmektedir. Böylece hem yükseköğretim diplomaları giderek daha çok değersizleşmekte hem de kamu kaynakları heder olmaktadır.
Sorun temel insan haklarından biri olan eğitimde fırsat ve olanak eşitliği açısından irdelendiğinde, tablo daha da dramatik bir görünüm kazanmaktadır. Bu bağlamda kamu ve vakıf üniversitelerinde aynı programa girmek için, adayların giriş puanları arasında bilimsel ve etik açıdan kabul edilemez ve açıklanamaz farklar olduğu görülmektedir. Örneğin, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kayıt yaptıran en düşük puanlı öğrenci 493 puana sahipken, bir vakıf üniversitesinin hukuk fakültesine 313 puanla öğrenci kabul edilmektedir. Aynı şekilde en çok talep gören programlar arasında yer alan rehberlik ve psikolojik danışmanlık programı, Boğaziçi Üniversitesi’ne en düşük 459 puanla öğrenci kabul ederken bu puan bir vakıf üniversitesinde 255’ e düşmektedir (kaynak: ÖSYM).
TÜİK verilerine göre, asgari ücretin 774 TL olduğu ve milyonlarca insanın bu ücretle yaşadığı, ayrıca ulusal gelirden nüfusun en zengin %20’lik kesimin %47.6; en yoksul %20’lik kesimin ise, %5.8 pay aldığı bir ülkede, yükseköğretimin mevcut eşitsizlikleri azaltmak yerine katlayarak arttırdığı söylenebilir. Başka bir deyişle, yükseköğretim şansınız ve dolayısıyla geleceğiniz puandan çok paraya bağlıdır! Ortalama vakıf üniversiteleri öğretim harcının yıllık 17 bin TL olduğu anımsanırsa, zekâ ve akademik başarıdan daha önemli şeyler olduğu anlaşılır. Ayrıca son dönemde, kamuoyunda yükseköğretimin yeni neo-liberal politikalarla giderek daha çok piyasalaştığı, hatta konunun yeni YÖK taslağıyla getirilmesi düşünülen özel üniversiteler aracılığıyla, tümüyle piyasa koşullarına terk edileceği yönünde görüşler yer almaktadır.
Benzer bir durum KPSS sonuçları için de geçerlidir. 2010 verilerine göre rehberlik ve psikolojik danışmanlık öğretmenliğine atanmak için 14.1, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenliği için 20.98 puan yeterliyken; ilköğretim matematik öğretmenliğine atanmak için en az 87.112 puan gerekmektedir. Aynı şekilde Türkçe öğretmenliğine atanmak için 2007’de 42.1 puan yeterliyken bu oran 2011’de 86.834’e çıkmıştır (kaynak: ÖSYM).
Bu veriler KPSS’ nin yeterlik ölçmek ve öğretmen niteliğini sorgulamak yerine, eleme amacıyla yapıldığını doğrulamaktadır. Çünkü bazı alanlarda 100 sorunun 90’ına doğru yanıt verenler atanamazken, başka alanlarda 15 soruyu doğru yanıtlamak yeterli görülmektedir. Bu durum nitelik açısından düşündürücü olduğu kadar, önemli bir planlama sorununun varlığına da işaret etmektedir. Ayrıca öncelikle MEB ve YÖK arasında ciddi ölçülerde işbirliği ve eşgüdüm sorunlarının bulunduğunu göstermektedir. Özellikle bugün yükseköğretimden ‘girdi’ den başlayarak ‘işlem’ ve ‘çıktı’ süreçlerinde ciddi yapısal sorunlar olduğu anlaşılmaktadır. Son dönemde eğitim kamuoyunda tartışılan yeni YÖK yasa tasarısıyla farklı bir felsefi, hukuksal ve bilimsel perspektif geliştirilerek, mevcut sorunların çözüleceği yönündeki umutlar da, giderek zayıflamaktadır. Çünkü söz konusu tasarının 14 Ocak 2013’te YÖK’ ten MEB’ e sunulan son şekli, sorunları çözmekten çok halının altına süpürme anlayışının ürünüdür.
Esasen yeni bir yasa, yürürlükteki yasa mevcut beklenti ve gereksinimlere karşılık veremediği için hazırlanır. Buna göre yükseköğretimin asıl sorunları; insan gücü planlaması, nitelik, yönetişim, fırsat ve olanak eşitliği, özerklik, hesap verilebilirlik (mezunların istihdam sorunları dâhil, harcama ve maliyet dengesi vb.) gibi bir dizi sorun varken taslak bunları yok sayan bir anlayışla hazırlanmış, yetkinin dolayısıyla gücün hiyerarşinin belli birimlerinde toplanmasının yeterli olacağı düşünülmüştür. Üniversitenin toplumsal fayda, teknoloji, patent, marka, evrensel nitelikte insan gücü yetiştirme, sosyal ve kültürel yaşamın yanı sıra hayat kalitesini arttırma, bireyin duygusal ve düşünsel gelişimini destekleme, sanatsal sosyal ilgilerini çeşitlendirme gibi işlevlerine vurgu yapılmamış; yükseköğretim, ağırlıklı olarak piyasanın beklentilerine yanıt vermekle yükümlü bir işletme olarak algılanmıştır. Bununla birlikte, son taslağın öncekine oranla, dil ve anlatım açısından daha akademik bir üsluba ve daha kapsamlı bir üniversite perspektifine sahip olduğu söylenebilir. Bu bağlamda akreditasyon, kalite güvence sistemi gibi konularda ilerde daha somut ve işlevsel düzenlemelerin yönetmelikler aracılığıyla yapılacağı belirtilmektedir.
Öte yandan YÖK genel kurulu, yürütme kurulu ve üniversite konseyi gibi birimlere üye seçiminde siyaset kurumuna gösterilen özel ilginin akademik özerklik ve üniversiter kimlikle örtüşmediği açıktır. Oysa üniversite, demokratik olgunluk ve uzlaşı içinde kendini yönetebilecek insan gücü birikimine, ortak çalışma kültürüne ve entelektüel donanıma sahiptir.
Sonuç olarak, tasarı yasalaşırken Bakanlar Kurulu ve parlamento süreçlerinde gerekli düzenlemelerin yapılması ve böylece üniversitelerimizin insan odaklı, evrensel, katılımcı, demokratik ve sahiden özerk bir yapıyla üniversiter ölçekte geçerli yeni bir vizyon ve misyona sahip olması hepimizin ortak dileği ve umududur.
Prof. Dr. Ayhan AYDIN